7 Ocak 2015 Çarşamba

Cevadi Amuli ile Celal ve Cemal Aynasında Kadın

 

                                                                                                   
Nigar Gümrükçüoğlu


Niyet ve çabamız, Üstad Cevadi Amuli ile “Celal ve Cemal Aynasında Kadın” eserinde bir gezinti yaparken, din, gelenek ve modernite arasında kadın ve erkeği konumlandırma gayretinde olan, bu alanda çalışma yapan gençlerin dikkatine bu eseri sunmaktır. Ne ifrat ne tefrit, kadın ve erkek öz itibari ile nasıl bir mahiyet içermekte, kadın ve erkeğin bu dünyadaki ve ahiretteki konumu nedir, gibi sorulara cevap bulabileceğiniz bu eser, din, modernite ve gelenek adına yapılan tüm yorumları bir kenara bırakarak ezberlerimizi bozacak bir üst bakış açısı getirmektedir. Bu eser saplantılı, gelenekçi perspektiflerden arınmış popüler akım, ideoloji ve kaygıları da bir kenara bırakmış olarak, kadın fıtrat ve ruhuna dokunmaktadır. Her bir satırında insanı derin bir tefekküre sürükleyen bu eser, hali hazırda mevcut olan siyasi ve sosyal sitemler üzerinden değil, ari bir bakış açısı ile Kur’an-ı Kerim ışığında kadını ve erkeği anlayarak onların fıtri, ruhi yapılarına ayna tutarak siyasi ve sosyal sistemlere nüfusunu değerlendirmekte. Bu yapıt şüphesiz Müslümanca bir zihin inşaasındaki genç kuşaklara ve onların yaşantısını aydınlatıcı bir unsur olacaktır.
Değerli Alim Cevadi Amuli’nin 1989-1990 Yılları arasında Kum’da Zehra (a) Üniversitesi’nde ders olarak okutulan konuların özetinden oluşan “Celal ve Cemal Aynasında Kadın” eseri Kur’an’da, irfanda, burhanda kadın olmak üzere üç ana bölümün ardından şüpheler ve karşıt rivayetlerin incelendiği son kısımla beraber toplamda dört kısımdan oluşmaktadır. Bizler bu metinde kitabın her bir bölümden belli yerlerden alıntı yaparken kadın erkek ilişkilerinde görülen, yüzlerce eş arasında sorun olan bakış açılarının da giderilmesine yönelik cımbızlama aktarımlarla psikolojik değerlendirmeleri öncelemiş bulunmaktayız.
Üstad Cevadi Amuli, kadın, aşk aile gibi mefhumlara değinildiğinde hemen bütün toplumlarda meselelerin getirilip dayandırıldığı bir noktaya temasla başlıyor kitabına, Adem ve Havva yaratılış kıssaları ile. Havva’nın Adem’in sol kaburga kemiğinin sol bölümünden yaratıldığına dair bir kanıt olmadığını değinen Amuli İmam Sadık’dan şu sözleri aktarıyor: “Allah, böyle bir isnattan hem münezzeh, hem de daha üstündür. Bu kimseler, Allah’ın Adem’in eşini, onun kaburga kemiğinden başka bir şeyden yaratma gücüne sahip olmadığını mı söylemek istiyor? Bu, şeni kimselerin eline, Adem’in bazı parçaları, diğer parçaları ile nikahlanmıştır demek için fırsat vermektir.” Üstat, Adem ile Havva’nın yaratılması ve akabinde onlar arasında bağ kurulmasına ilişkin ise bir hadis aktarmaktadır. “Allah, Adem’i yarattı sonra özgün bir şekilde Havva’yı yarattı. Adem (s), Havva’nın yaratıldığını öğrendikten sonra Allah’a “O kimdir? O’nun bakışı ve yakınlığı, benim dostluğumun kaynağı oldu” diye sorduğunda Allah şöyle buyurdu: “Bu Havva’dır. O’nun seninle olup dostluk kaynağın olmasından, seninle konuşmasından ve sana tabi olmasından hoşlanır mısın?” Adem, cevap olarak “Evet Allah’ım, yaşadığım sürece sana şükretmek bana farz kılındı.” Allah’ın Adem’e onunla evlenmeyi kendisinden istemesi ardından Adem, Allah’tan bunu istiyor ve onla evlenirken ne yapılmasından razı olduğunu sorduğunda Allah, “Benim rızam ve dinimi ona (Havva’ya) öğretmene bağlı” buyuruyor. Allah, ilahi ilimleri öğretmeyi, Hz Adem’in Hz Havva’ya mehri olarak tayin etmiştir. Senet bakımından bu rivayetin araştırmaya ihtiyaç duyulsa da önemli bir hakikati içerdiğini ifade eden Üstat Amuli, Havva’nın Adem’in sol uyluk kemiği veya kaburga kemiğinden yaratıldığının doğru olmadığını, Havva’nın yaratılışının Adem’in yaratılışı gibi orijinal ve bağımsız olduğunu, Adem’in Havva’ya bakışı ve yakın oluşunun onun dostluğunu kaynağının olmasını dikkat çekmekte. Üstat Amuli, Allah’ın bu temel olayı onların ilişkilerinin kökeni yaptığını, bunun insani dostluk/ünsiyet, cinsel şehvet güdüsünün ortaya çıkışından önce meydana geldiğini, sonra cinsel ilgi ve evlilik arzusunu Adem’e ilka ettiğini ve bunun önceden ünsiyet ve dostluk var iken gerçekleştiğine dikkat çekmektedir.
Üstat Amuli, öz itibari ile kadın ve erkek arasında hiçbir fark olmadığını, kadın ve erkeğin bir cevherden yaratıldığını anlatırken,  kadın ve erkeğin yaratılış ve birbirlerine ilgi duymalarının sırrının ailenin kuruluşu ve kamil insanın eğitim saiki olduğunu ifade etmektedir. Üstat Amuli, kadınla erkeğin birbirlerine yönelmedeki gizin, sıla-i rahim havzasını oluşturmanın, meleklerin secde ettiği varlığın eğitiminin ve yetiştirilmesinin olduğunu kaydetmekte. Bu birlikteliğin amacının, celal, cemal ve tüm ilahi isimlere sahip bulunan Allah’ın halifesinin cilvesinin sırrı, meleklerin öğretmeninin yetiştirilebilmesini, birçok meleğin ona hizmet etmesini ve yaratılış sorularından birçoğunun çözülebilmesini sağlayacak akli ilgi, kalbi sevgi ve esmai dostluk için olduğunu belirtmektedir.
Kur’an- Kerim’in insanoğlunun ruh ve nefsini eğitmek, tezkiye etmek için indiğini, ruhun ne erkek (müzekker) ne dişi (müennes) olduğuna dikkat çeken Cevali Amuli, bu noktada kadın ve erkeğin eşit olduğunu vurgulamaktadır. Kadın ve erkek olmanın ruhla değil bedenle ilişkili olduğunu belirten Üstat Amuli öğretim, eğitim, tezkiye ve tenzihin nefs için olduğunu, Kur’an’ın ders sınıfına bedenin değil ruhun oturduğunu, ruhun ise ne kadın ne de erkek olduğunu vurgulamaktadır. Üstat Amuli, Allah’ın ruhun müzekker mi müennes mi oluşuna ilişkin “Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde…”(Hicr Süresi, 15/19; Sad Süresi, 38/72)  ayetini hatırlatarak cinsiyetten beri olduğunu ifade etmekte. “Ey insan, gerçekten sen hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın: sonunda ona varacaksın.” (İnşikak Süresi, 84/6) ayetinde belirtildiği gibi insanın Allah’a doğru sülük eden bir varlık olduğunu, yolculuğun bedenle değil ruh ile olduğunu vurgulayan Üstat Amuli Allah’a dönüşünde dişilik ve erkeklikten ari olarak, beden ile değil ruh ile olduğunu ifade etmektedir. Kitapta değerlerin karşılığının da ne erkek ne dişi olmakla alakalı olduğuna değinen Amuli, Efendimiz’in (as) hanımlarına hitaben gelen ayette, “Eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma’rüf bir tarzda söyleyin.” (Ahzab Süresi, 33/32) buyrulduğunu hatırlatarak, bu ayetten namahrem kadının sesine tamah eden erkeğin kalbinde hastalık olduğunun çıkarılabileceğini hastalığın ve bu hastalığa düşen kalbin ne erkek ne dişi olduğunu “Kim Allah’a iman ederse, onun kalbini hidayete yönlendirir” ayetinde belirtildiği gibi hidayetin ne erkeğe ne dişiye has olduğunu vurgulamaktadır.
Şeytanın düşmanlığının Adem ve Havva’ya olduğunu “ Ve onlara, ‘Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti” Araf,7/21)  ayetinde olduğu gibi  ve ilahi uyarının Adem ve Havva’ya olduğunu  “.. ikiniz için (leküma) apaçık bir düşmandır..” Araf,7/22)  vurgulayan Üstat Amuli, Kur’an’da “Şeytan, o ikisini izlal etti”(Bakara 2/36) ayetinin şeytanın kadın yolu ile etki yapıp aldattığı şeklindeki bir batıl düşünceyi ortadan kaldırdığı, şeytanın her ikisini kaydırdığını, ne kadın yolu ile erkeği ne erkek yolu ile kadını kaydırdığını her ikisine nüfuz ettiğinin anlaşıldığını belirtmektedir.
Üstat Amuli, halifelik makamında olan şahsın da ne kadın ne erkek olduğunu bu hitabın Ahzap suresinde emanetin göklere, yere ve dağa sunduklarını, bunu yüklenmekten kaçındıklarını ancak onu insanın yüklendiğinin belirtildiğine de işaret ederek halifenin müzekker ya da müennes değil insan olduğunu vurgulamaktadır.
Namus, iffet kavramlarının hem kadın hem erkek için geçerli olduğuna kitapta değinen Üstat Amuli Kur’an’da geçen namus ve iffet abidesi iki masumun Yusuf ve Meryem kıssalarından örnek vermekte. İlahi dinlerin yerleşmesinde kadının rolüne değinen Üstat Amuli, Kur’an-ı Kerim’in mücadele ve öfke noktasında birtakım erkekleri örnek gösterdiğini ancak zulümle savaşta üç kadını (Musa’yı öldürülmekten koruyan ve terbiye eden; Musa’nın annesi, Musa’nın kız kardeşi ve Firavun’un karısı) örnek olarak andığını ve onların o günün siyasal statükosu ile savaştığına dikkat çekmekte.
Üstat Amuli, bazen sevgi, şefkat ve merhamet yolunun, kahır yolundan daha işlevsel olduğunu Allah’ın, alemi sevgi ekseninde idare ettiğini kaydederken, sevgi yolunu kadınların daha çok idrak ettiğini, her ne kadar kahır yolunda erkeğin algılamasının kadından daha iyi olduğu düşünülse de, irfani hadis, şiir nesir, nazım ve edebiyatın kadında erkekten daha çok olduğunu belirtmekte. Ayet, hamasi sözler, hamasi nesir, edebiyat ve hadislerin etkisinin ise erkekte daha fazla olduğuna dikkat çeken Üstat Amuli, bunun eksiklik ya da üstünlük değil bir tür iş bölümü olduğunu vurgulamakta. İlmin amelin girişi öncüsü olduğuna dikkat çeken Üstat Amuli, amelin ise akla değil gönle bağlı olduğunu, gönül yolunun da kadınlar için erkeklerden çok değilse kesinlikle az olmadığını belirtmekte. Düşünce alanında kadın erkek kıyasına gidilme hususuna değinen Cevadi Amuli, bir varsayım olarak erkeğin kadından daha iyi anladığı düşünülse bile, bunun kadının erkeklerden daha az öğüt alabilir olduğunu ispatlamadığını belirtmekte. Kitapta ilahi marifete ulaşmanın iki yolu olduğunu; bunun birinin düşünce, diğerinin ise gönül yolu olduğunu, kadının eğilim ve öğüt almasının erkekten çok değilse de az olmadığının vurgulanmakta. Bazen gönlü harekete geçirmek için insanın güçlü bir düşünceye sahip olduğu, bazen gönül harekete geçerek düşüncenin ortaya çıkmasına vesile olduğuna dikkat çekilmekte. Üstat Amuli, nihayetten, tüm zaman ve çağlarda bütün erkek ve kadınlara hitap eden Kur’an-ı Kerim’in gönül ve fıtrat yoluna düşünce yolundan daha çok kıymet biçtiğine ve çocuk dünyaya geldiğinde sağ kulağına ezan sol kulağına kamet getirilmesinde amacın gönül yoluna hitap olduğuna işaret etmekte.
Kadına annelikle erkeklerin ulaşamayacağı bir makam verildiğine dikkat çeken Üstat Amuli, annelikle kadının eğitsel bir görev aldığını hamilelik ve emzirme süreleri de hesaba katıldığında annenin iki sorumluluğu olduğunu; birisi kendisi, diğerinin çocuk olduğunu vurgulamakta. Üstat Amuli, babanın nutfe temelinde helal yemekle görevli olduğunu, eğer sonradan baba harama bulaşırsa bunun çocuğun direk eğitimi ile sıkı ilişkisi olmadığını vurgulamakta. Çünkü babanın haram gıdasının kendi sinir sisteminde hazmolduğuna, fakat annenin gıdasının süt haline geldiği ve çocuğunda ondan beslendiği dikkate alındığında annenin helal yemek ve çocuğu helal yedirmekle görevli olduğunu belirtmekte. Aynı şeyin ruhsal gıdalar için de geçerli olduğunu ifade eden Üstat Amuli kötü bir tasavvur, hatıra, ideal ve arzu besleyen erkek için kendi aleyhine olurken kadın için iki kişi aleyhine olduğuna bunun da kadının büyüklüğü ve değerini gösterdiğini vurgulamakta.  Annelik vazifesinin abdestli emzirmek gibi icrai, zahiri işler ve ibadetlerle ilgili olmadığına dikkat çeken Üstat Amuli, dinin bunların yanı sıra annenin düşüncelerine de dikkat etmesi gerektiğini buyurmakta. Üstat, dinin nitekim erkeğe de şöyle buyurduğunu ifade etmekte: “Kadınla ilişki esnasında cadde ve sokakta gördüğün namahremi düşünme. Çünkü Allah bilir görür. İnsan, bazen kötü iş yapmamak için murakıb olur. ‘O, Allah’ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?’ (Alak Süresi, 96/14). Bu murakabe diye meşhurdur. Bir de murakabetü’l-murakabevardır. İnsan bununla başkasının kendini gördüğünü görür.”
Kadınların erkekler kadar savaş, cihat meydanında bulunmamasının onlar açısından Allah’a yakınlaşmada bir eksiklik ya da gerilik olup olmayacağı konusuna Üstat Amuli büyük cihad fikri ile açıklık getirmekte. Cihad-ı ekber, yani insanın kendi nefsi ile olan savaşta Mümin’in silahının “ah”, dua, niyaz olduğunu, Kumeyl duasında belirtildiği gibi “Onun silahı ağlamaktır.” gözyaşı silahıyla silahlanmayı gerektirdiğini ifade eden Cevadi Amuli, silahın kılıç değil ağlamak olduğunu, sübhan olan Allah’ın nefis terbiyesi yolunda kadınları erkeklerden daha silahlı/donanımlı yaptığına dikkat çekmekte. Üstat Amuli, herhangi bir Kur’an ayetinde başkan ya da başkomutan olmanın cennete gitme nedeni olarak belirtilmediğini, bunların icrai iş, görev ve emanetler olduğunu kadının cephe işlerinde, askeri alanlarda bulunmamasının Allah’a yakınlaşmada onun payının erkekten daha az olduğuna delil olmadığını belirtmekte. Cevadi Amuli, kadınların hakşinas olarak onlara erkeklerden daha çok verilen bu silahın yerinde harcanması bunu Allah yolunda kullanması gerektiğine İmam Seccad’ın “Kendi başıma ağlamada bana yardım et, bana yardım et ki inleyeyim” sözleri ile hatırlatmakta.
Kadın ve erkeği fiziksel ve ruhsal yükleri taşıma anlamında değerlendiren Üstat Amuli, kadının erkeğin yüküne denk ya da daha ağır bir yükü kaldıramamasının mümkün olduğunu ancak çocuğu taşıyanın kadın olduğuna dikkat çekerek erkeklerin “hıml” (omuz ve sırttaki yük) kadınların ise “haml” (içteki yük) yönünden güçlü olduklarına dikkat çekmekte. Kadınlar nasıl erkeğin fiziksel gücüne yetişemezse erkekler de haml noktasında asla kadının gücüne yetişemez diyen  Üstat Amuli,  kadının en önemli sermayesinin Allah’a yönelme ve münacatı olduğunu, cemal’in onlar için sermeye olduğunu ve onun zekâtının da iffet olduğunu vurgulamakta. Kadının uzuvlarının Allah’a tevessül etmede bir aracı olduğuna dikkat çeken Üstat Amuli, Allah’ın kadını erkekten altı yıl önce inayete mazhar eylediğini ifade etmekte.  “Cenab-ı Allah, kadını erkekten altı yıl daha çabuk huzura kabul etmiş, ona namazı farz kılmış, orucu emretmiş, haccı farz kılmış ve henüz o oyunla meşguldür diyerek erkekten istemediği hükümleri farz kılmış. Bu kadının faziletini göstermemekte midir? Eğer biz, bu kanıtlardan kadının erkeğe göre büyüklük ve üstünlüğünü hissetmesek ve çıkarmasak bile, en azından dinin kadına özel bir inayette bulunduğu belli olmaktadır.”
Cevadi Amuli, batıl ve eskimiş bir geleneği ayaklar altına almanın hem düşünsel hem de kültürel bir deha ve cesaretin göstergesi olduğunu ve buna ön ayak olan kadınlara bakıldığında, Hz. Hatice ve Yasir ailesinden Sümeyye gibi isimlerde görüldüğü onların dinde, hakikatin teşhisinde erkeklerden öne geçtiğini kaydetmekte. Dinin sosyal bir kimlik öngördüğünü ifade eden Üstad Amuli, deha ve parlak zekadan nasiplenemeyenler, az düşünenler ve sadece kendisini düşünenler, onların tümel sosyal hatları idrak edemeyeceğini, idrak etseler de canları ve mallarıyla fedakarlık edemeyeceğini bu nedenle toplum sahnesinde adım atamayacaklarını bunu ancak hareket ve kıyam ehlinin gerçekleştireceğini, bu noktada kadınla erkek arasında fark olmadığını belirtmektedir. İslam tarihinde adı geçen kadın şahsiyetlerden de örnekler veren Cevadi Amuli, kadının siyaset sahnesinde de şehadet sahnesinde de yerini aldığını vurgularken İmam (r ) dan bir hatırlatma yapıyor. “ Dinin mesajı şudur: Siyasi ve sosyal meydanda bulunmak, erkek ve kadının ortak görevi olmalıdır. Bu düşünce ve bu görüşle artık kimse, ‘İmanı az, aklı kıt olduğu için kadının, sorumluluk üstlenerek, toplumun haklarını aramaması gerekir’ diyemez.”
Cevadi Amuli, erkeğin henüz bir delikanlı olarak oyunla meşgulken kadının sır niyaz ve namazla meşgul olduğuna, çocukluk döneminde onu huzura kabul etmek, dinin direği olan namazı ona emretmek, dinin siperi olan orucu ona farz kılmak, Allah’ın ziyaretgahına gittikleri haccı ona farz kılmak, bütün bunların kadının faziletleri elde etmek için erkekten daha layık olduğunun göstergesi olduğunu vurgulamakta. Üstat, bütün bunlar ışığında büluğ, ergenliğe geçişin mükellef olmak değil müşerref olmak olduğunu, yol ehli olanların, mükellef değil müşerref olduklarını ifade ettiği, işin içinde külfet değil şeref olduğuna dikkat çekmekte.
Hz Emir’in İmam Mücteba’ya hitaben yazdığı vasiyetnamede kadını “Şüphesiz kadın, reyhanedir; kahraman değildir.” Şeklinde vasfettiğini belirten Cevadi Amuli, yani kadının reyhan(güzel kokan bitki) olduğu erkelerden daha erken terbiye ve teklif altına alındığını bu hususta da Hz Sadık’ın “Kadını eş edinen ona ikramda bulunsun. Doğrusu her birinizin karısı, lü’bedir. Onu eş olarak alan, zayi etmesin.” buyurduğunu kaydetmekte.
Nisa suresinde “Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdır” (4/34) ayetinde kocanın mukabili olarak kadın, kadının mukabili olarak koca söz konusu olduğunda geçerli olduğunu belirten Üstat Amuli, bu hitabın ruhunun, inşa olduğunu, yani ey erkekler siz kavvamı olun; evin amiri olun; içeride işleri siz yapın, evin geçim idaresini üstlenin olduğunu belirtmekte. Cevadi Amuli, erkeğin huzur ve yaşamının evi olduğunu, erkeğin kadının incineceği örneğin işten arta kalan zamanını dışarda geçirmesi gibi şeyler yapmaması gerektiğini Rum suresi ile hatırlatmakta. “Onda sükûn bulup-durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da o’nun ayetlerindendir.” (30/21) Ayette “Sizin meskeniniz, sükûn bulma yeriniz kadındır. Huzur ve sükünet bulmak isterseniz, eşlerinizle birlikte olmasınız” şeklinde buyurulduğuna değinen Cevadi Amuli, erkelerin kadınlar üzerinde kavvam olması kadının erkeğin kölesi olduğunu göstermediğini belirtmekte. Cevadi Amuli, erkeğin canının istediğini yapıp isterse eve gider, istemezse gitmez anlamına gelmediğini, bilakis kadınlara bunun iç müdüriyete, sorumluluğa saygı göstermelerini, hem de erkeğe kendisinin bir meziyette değil görevde olduğunu, bu görevi ifa etmesi gerektiğinin hatırlatıldığını kaydetmekte.

Kadının hukuksal ve sosyal olarak yeri ve kıymetini Cevali Amuli şu ayet ışığında değerlendirmekte: “Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız size helal değildir. Apaçık olan çirkin bir hayasızlık yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” Nisa Süresi, 4/19). Üstat Amuli, Kur’an-ı Kerim’in kadınlara iyi muaşerette bulunmayı, kadına erkek gibi toplantılarda yer verin, şayet kadınların toplantılara katılması hoşunuza gitmezse, bu hoşunuza gitmeyen işin yapılmasını buyurduğunu, çünkü bu işte bilinmeyen pek çok hayrın olmasının mümkün olduğunu ve kadınlarla güzellikle geçinilmesini buyuduğunu belirtmekte. “Onlarla güzellikle geçinin: onlardan hoşlanmadınızsa bile..” yani  onların siyaset hayatında, iş hayatında, kültür eğitim sahasında bulunmalarından hoşlanmasanız bile buna tahammül edin şeklinde buyrulduğuna dikkat çeken Amuli, şu ilmi branşın erkeğe aittir kadın onu üstlenemez, ya da kadın deneysel ve bilim dallarında uzman olmaz denmemeli ve ilimleri bir gruba özgü yapmamak gerektiğini belirtmektedir. Cihad ve savunmanın geçici fakat kadının her gün ve sürekli meydanda bulunmasının söz konusu olduğunu hatırlatan Üstad Amuli, cihad ve savunma noktasında etkili bir payı ifa edenin, kadının sosyal yaşamının olduğuna dikkat çekmektedir.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Örtünmenin Siyaseti/Joan Wallach Scott






Örtünmenin Siyaseti/ Joan Wallach Scott

Sosyal Bilimler Profesörü Tarihçi Joan Wallach Scott tarafından kaleme alınan “The Politics of the Veil” kitabı Türkçeye “Örtünmenin Siyaseti” olarak Merve Tabur tarafından tercüme edilmiş ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden 2012 Yılında çıkmıştır. Joan Wallach Scott, toplumsal cinsiyet tarihi ve entelektüel tarih konusundaki çalışmalarıyla sosyal bilimlere sağladığı katkılarıyla bilinen Amerikalı bir tarihçi. Harold F. Linder  Modern Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimler Bölümü’nde görev yapan Profesör Joan Wallach Scott, doktorasını 1969 yılında Winconsin–Madison Üniversitesi’nde tamamladı. Chicago’daki Illinois Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi, North Carolina Üniversitesi, Chapel Hill, Rutgers Üniversitesi ve Johns Hopkins Üniversitesi’nin tarih bölümlerinde bulundu. Brown Üniversitesi’nde “kadın araştırmaları ve eğitim merkezi”nde yönetici olarak görev aldı. Scott, Amerikan Üniversite Profesörleri Derneği’nde Akademik Özgürlük Komitesi başkanı olarak önemli roller üstlendi. Geleneksel tarih anlatımını, tarihi pratikler ve delillerle sorgulayan eserleri ile adından söz ettiren Scott, tarih ve psikoloji bilimlerinin kesişme noktalarını işaret etti.
Sosyal Bilimler Profesörü Tarihçi Joan Wallach Scott tarafından kaleme alınan The Politics of The Veil kitabında yazar, 2004 yılında Fransa’da devlet okullarında dini simgelerin kullanılmasına getirilen yasağa ilişkin kapsamlı bir değerlendirmede bulunmakta. Yazar, Fransa’da peçe ile başlayan ve başörtüsü kullanmayı da içeren yasağın “dini simgeler” ifadesi altında aslında İslam’a ve Müslümanlara karşı yapılan ırkçılığı irdelemekte. Yasağın mahiyeti, dayandırıldığı hukuki, siyasi ve sosyal temelleri inceleyen Scott, yasakla hedeflenen amaç konusunda tespitlerde bulunarak “laisizm” ve “ayrımcılık” konuları hakkında da derin bir analiz yapıyor.

Yazar, başörtüsünün farklı ülkelerdeki akademisyenler, yazarlar ve feminist çevreler tarafından nasıl değerlendirildiği hakkında bilgi verirken, inancın sosyal hayata yansımasında sembol olan tercihlere değinip bunun cinsiyet ayrımcılığına nasıl dönüştürüldüğüne işaret ediyor. Scott, erkeklerin inançlarını göstermede kullandıkları sembollerin başörtüsü kadar tehlikeli görülmediği tespitinde bulunurken, bunu Fransız bir yazara verilen ödül üzerinden örneklendiriyor. Meseleyi kitabında beş başlık altında inceleyen Joan Wallach Scott, birinci bölümde başörtüsü tartışmalarını, ikinci bölümde ırkçılığı, üçüncü bölümde laikliği, dördüncü bölümde bireyselliği ve beşinci bölümde cinsiyetçiliği ele alıyor.
Başörtüsü tartışmalarını ele aldığı kitabın birinci bölümde yazar 1989, 1994 ve 2003’de olmak üzere, Fransa’da İslami başörtüsünün üç defa yasaklandığını, kronolojik sıraya bakıldığında İslami başörtüsü kullananların sayısının artması gibi bir etki görülmemesinin yanında, onların herhangi bir bölücü eylemlerinin de olmadığını kaydediyor. Engellenmelerinin tek nedenini başörtüsünde ısrar etmeleri olarak değil, aynı zamanda bir bez parçasının Fransa Cumhuriyeti için “İslam problemi”nin bir sembolü olarak görülmesi şeklinde tanımlıyor. Scott’a göre, kronolojik sıralamanın sertliğinde hükümetin göçmen karşıtı politikalarının da etkisi oluyordu. Scott, öncelikle bireyin inancını ifade hürriyetini baskılamaya yönelik olan bu durumu başörtüsünün politik açıdan tehlikeli görülmesine bağlıyor ve yasağı savunanların onu İslam ve terörizmle bu sebeple ilişkilendirmeye ihtiyaç duyduklarını belirtiyor. Başörtülerini çıkarmayı reddeden kızların okullarından kovulduğunu belirten yazar, yetkililerin bunun Fransa usulü laikliğin bir gereği olduğunu belirttiklerini ifade ediyor. Yasağın uygulandığı başka bir bölgede Fransız toplumunda yaşayan Kuzey Afrikalı göçmenlerin ve onların çocuklarının bulunduğunu, bunların bazılarının aynı zamanda Fransız vatandaşları olduğunu ve bunların baskın kültürde yabancılar olarak görülmeleri sebebiyle İslam ve Arap militarizmi ile ilişkilendirildiklerini ortaya koyuyor. Scott, eleştirmenlerin, etnik çatışma, olumlu eylem, sosyal parçalanma, politik doğruluk gibi çok kültürlü Amerikan toplumunda yer alan kavramların ve İslam bağlılığının Fransa’nın felaketine yol açacağını belirttiklerini ifade ediyor. ABD’deki 11 Eylül saldırıların ardından Nicolas Sarkozy’nin laiklik adına yasak konusundaki tavrına değinen Scott, anne ve babası farklı dinden olan ve İslam’ı seçen üç kızın durumuna ve ailelerinin yasak karşısındaki tavrına yer veriyor. Bazı kesimlerin bunu bireysel tercih olarak değerlendirmesine rağmen bir sosyoloğun, 21. yüzyılda,  muhalif görüşler için bunu 1960’ların, 70’lerin Maoizmi olarak ele aldığını ifade ediyor. Başörtüsü ve yasak konusunda farklı görüşlere ve tartışmalara yer veren Scott, bulgularını delillendirirken göçmen karşıtı yasalardan, Fransa’nın derin tarihinden, sadece 11 Eylül sonrası oluşan “İslamofobia”dan değil, Cezayir savaşına dayanan koloni geçmişinden tevarüs eden korkulardan bahsediyor. Peçenin sadece dini bir öğe olmadığını, aynı zamanda etnik ve kültürel bir unsur olduğunu savunan yazar, yasağın bir nedeninin de Fransız tarihindeki ırkçı öğelerde aranması gerektiğini belirtiyor.
Irkçılıkla ilgili görüşlerini ifade ettiği ikinci bölümde Scott, kendi yaşadığı tecrübelerden de örnekler vermekte. Irkçılığı Fransa tarihine bağlayan Scott, kolonileştirme dönemlerinden ve Cezayir Savaşı’nda da bahsediyor. Yazar, Fransa’da bulunduğu dönemde şahit olduklarını aktarırken, devlet memurlarının işyerindeki Araplara karşı tutumlarını, onların Arapları insan olarak görmediklerini açığa çıkaran söylemlerini gündeme getiriyor ve bu örneklerin ABD’deki ırkçılıkla benzer olduğunu ifade ediyor. Fransa’nın Afrika ülkelerindeki kolonileştirme savaşları sonrasında Fransa’ya yerleşen göçmen nüfusun durumu, adaptasyonu, ekonomik, kültürel ve dini açıdan nasıl görüldükleri, hangi bölgelerde hangi yaşam standartlarına sahip oldukları yönünde bilgilendirmede bulunuyor. Ayrıca bu bölgelerden kadınların yaşam standartlarına değinen Scott, buralardaki seks ticaretine değiniyor. Ayrımcılığın büyük bir problem olduğunu belirten Scott, Kuzey Afrika’dan gelen bu insanların etnik ve dini tanımlamayla Müslümanlar olarak kabul edildiklerini, Arap/Müslüman göçmenlerin statüsünün bugün bile tartışıldığını ifade etmektedir. Scott, kolonileştirme döneminde gelen Kuzey Afrikalı göçmenlerin de aynı durumda olduğunu ve sonsuza dek aşağı bir seviyede kalarak asla tam bir Fransız olmayacaklarına inanıldığını kaydediyor. Gettolarda yaşayan bu kitleler arasında meydana gelen herhangi bir mesele, suç ve benzeri şeylerin İslam’a atfedildiğini belirtiyor. Ayrıca, dini sembol kullanımlarıyla bilinen Yahudilere değinerek, onların Fransa’da bulunma sebebinin kolonileştirme faaliyetleri olmadığını ve bundan dolayı Müslümanlardan çok farklı bir statüye sahip olduklarını belirtiyor.
Fransa’da bu iki laiklik anlayışı arasında uzun zamandır bir gerilim olsa da, demokratik model Yahudi ve Hristiyanlar için uygulanırken, Cumhuriyetçi modelin ise etkili bir şekilde sadece Müslümanlara uygulanmaya çalışıldığını ifade eden Scott, Bauberot’ın cumhuriyetçi modelin özünde demokrasiye zarar verdiğini savunduğu nakleder.
Scott, başörtülü kızların ailelerinin veya radikal İslamcı grupların kurbanı olmadıklarına dair tersine delillere rağmen yasağı savunanların kendilerini özgürleştiriciliğin temsilcisi olarak sunmakta ısrar ettiklerini belirtmektedir. Kızların ve temel kanunların örtünün kişisel görüş bildirme hakkı olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmalarına rağmen, yasak taraftarlarının, kızları baskılardan kurtararak Cumhuriyet değerleriyle varlıklarını sürdürmelerini sağladıklarını söylediklerini belirtmektedir. Yasak taraftarlarının örtünün Cumhuriyet değerlerine aykırı olduğunu söylemeleri sebebiyle birçok kızın Fransız bayrağı renginde başörtüler kullandığını ve böylelikle kendilerinin tüm haklara sahip Müslüman Fransız vatandaşlar olduklarını vurgulamak istediklerini söyler ve örtünün yasadışı ilan edilmesiyle, devletin hangi şekliyle olursa olsun, İslam’ın Fransız hayat tarzına yabancı olduğunu belirtmiş olduğunu dile getirir.  Scott, yasanın yetişkin bayanlara ve üniversite öğrencisi kızlara yönelmediğini ama onları da damgalayıp küçük düşürdüğünü, erkekler bundan doğrudan etkilenmese de, onların da İslam’a bağlılığın tam entegrasyona engel olduğunu anladıklarını belirtir. Böyle de olsa, eğitimcilerin, daha fazla kişinin örtünerek İslam’ı savunacağını söylediklerini, onlara göre Fransa’nın ayrılıkları bastıracağını düşünse de, gerçekte ayrılıkları kışkırttığını, bir yorumcunun  “liderlerin kararlarının risklerinin farkında olup olmadıklarını bilmiyorum” dediğini, bir diğer temel eleştirinin ise, bu kanun ile Arapların, Kuzey Afrikalıların, Müslümanların Cumhuriyet değerlerine düşman olarak görülmüş olduklarını nakleden Scott, halbuki farklı değerlerin ve kimliklerin bir millet içinde entegrasyonunun hiçbir zaman onların tek tipleştirilmesi olarak görülmemesi gerektiğini ifade eder.

Meseleyi Fransızların toplumsal cinsiyet eşitliği bazında da ele alan Scott, göze çarpan simgelerin kullanılmasına yönelik getirilen yasakların büyük haç, peçe, başörtüsü, kippa’nın dışında madalyon, Davud yıldızı, küçük haç, kippa, Fatıma’nın elleri, küçük Kuranlar gibi şeyleri kapsamadığını belirtiyor. Scott, kanıtlamada sorunlar olabileceği için zamanla göze batan simgeler söyleminin sıkıntı yaratacağını ileri süren Meclis başkanının tüm görünür sembolleri yasaklama teklifine de Avrupa Komisyonu’nun dini ifade özgürlüğü kıstaslarına ters düşeceği ve bu sebeple Fransa’ya zarar verebileceği için karşı çıkıldığını kaydediyor. Scott,  eleştirmenin “göze batan”, “dikkat çekici”, “görünür” kelimelerinin teorikte ayırt edilebileceğini ancak bunun pratikte güç bir durum olduğunu ifade ettiğini belirmektedir. Yasa koyucuların seçtiği kelimelerin cinsel çağrışımlarının şaşırtıcı olduğunu ifade eden Scott, bir kadın bedeni üzerinden düşünüldüğünde de erotik tahrik anlamı taşıdığını, göze batan ve dikkat çekicinin zıddı olarak farklının bedenin cinsiyetini önemsizleştirdiğini ve başörtüsünün laikliğe aykırı olduğu şeklindeki ifadeyle yasağın kabul edilmeyen cinselliğe örtülü bir göndermeyle güçlendirdiğini belirtmekte. Scott, bununla hem çok az hem çok fazla şey açığa çıkarılmış olarak başörtülü kızlarda cinsel açıdan doğru olmayan bir şeyin olduğunun ima edildiğini ifade ediyor. Scott, Fransız yasa koyucular, toplumsal sınıflarda kadınının eşitsizliğini gidermeyi hedeflediklerini söylerken, kadın erkek eşitliğinin cumhuriyetin en temel ilkesi olduğunu belirttiklerini kaydetmekte. Scott, Fransız sisteminde eşitliğin ayniyete dayandığını, ayniyet içinse tek engelin cinsel farklılık olduğunu, kadınların “cins” olduğu için cinsiyetten soyutlanamadıklarını belirtmekte.  Scott cinsel farklılık doğal bir fark olarak kabul edildiğinden soyutlamaya tabi olmadığını, kadın vatandaşların nasıl tanımlanacağı hususunda Fransız feminizm tarihinin bu ikilemle uğraşmanın zorluğunu gösterdiğini de vurgulamakta. Seçim için aday olan kadınların birey olarak görülememesi yönünde karşılaştıkları zorluk üzerinden Fransız cumhuriyetçiliğinin temel çizgisinin değişmediğini ve eşitliğin hala ayniyete dayandığını da Scott vurgulamaktadır.

Bu kitap Fransa özelinde örtü tartışmaları üzerine yapılmış ve hasetsen ırkçılık ve laikliğin tarih ve psikolojisini inceleme açısından derin bir birikim ve keskin bir zekânın ürünüdür.

TEŞEKKÜR
 Başta, yazışmalara tüm içtenlik ve samimiyeti ile cevap veren ve beni Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’ne yönlendiren, kitabın tercümesinde her türlü kolaylığı sağlayan sevgili Joan Wallach Scott’a sonsuz teşekkürler. Kitaba dikkatimi çeken ve Joan Wallach Scott ile irtibatımı sağlayan Dr. Olsi Jazexhi’ya çok teşekkürler. Kitabın tercümesinde her türlü desteği sağlayan Boğaziçi Üniversitesi dönemin Siyaset Bilimleri Bölüm Başkanı Zeynep Gambetti ve katkılarından dolayı Ayça Günaydın’a çok teşekkürler. Yine kitabı Türkçeye kazandıran Merve Tabur ve Boğaziçi Yayınevine teşekkürler. Son olarak kitabın tercümeye gitme sürecinde emeği geçenlere teşekkürler.



25 Şubat 2014 Salı

Özgürlük Rüyası

19 ARALIK 2011 PAZARTESI


Birinci Dünya Savaşı’nın neticesi olarak Orta Doğu’yu ele geçiren ve halen de doğrudan veya dolaylı şekilde kontrol etmeye devam eden Batı’nın Doğu insanına bakış açısını Irak’ın işgalinin ardından orada, işgal kuvvetleri arasında, olmayı reddeden bir Amerikan askeri şöyle dillendiriyordu; “Bize oradakilerin insan olmadığı anlatılıyordu…”

Batı, “İnsanlık”, “hak”, “hukuk” ve “medeniyet” götürme iddiasında bulunduğu bu coğrafyada sadece son çeyrek yüzyılda varlıkları ancak bir istatistiğe dönüşmüş olan bir milyondan fazla ölü beden bıraktı. Batı’nın askeri müdahalesi, kültürel ve siyasi yıkımı da beraberinde getiriyordu. Batı’nın yeniden inşa ettiği ve bu esnada tüm dokusunu tahrif ettiği toplumlar siyasi ve kültürel anlamda günü kurtaran “siyasi mülahaza”lardan öteye gidemedi.

Batı hayatın hemen her alanında kendi kaynaklarını işletemeyen, günlük hayatı idame ettirecek imkânları var edemeyen yapılar oluşturarak bunları gözetecek yarı ya da tümden bağımlı organizasyonlar eliyle Doğu’nun hamiliğine soyundu. “Irak’ın yapılanmasını dış güçlerin egemenliğine bırakmayız.” cümlesindeki nesne dışında hiçbir ibare değişmedi bugüne kadar. Nesne Mısır, Libya ve en son Suriye oldu ama bölge halklarının kendini yönetme hakkını, Batı’nın müdahale hevesi üstüne onlar için gözetmeyi taahhüt eden Türkiye gibi ülkeler de hep var oldu. Topyekûn kuşatma ve kıyıma karşı “İslam ülkeleri” hiçbir zaman topyekûn karar alma ve hareket bilincine ve mekanizmasına sahip olamadı. Savaş kendi kapılarına dayanana kadar geçici çözümlerle bölge halkları koca bir yalanın içine sürüklendi. Arap Baharı olarak adlandırılan hareketler için sarf edilen cümleler ile Irak’ın işgal sürecinin başlangıcında sarf edilen cümleleri birbirinden ayırt etmek pek mümkün değildir. “Ortadoğu halkları özgür iradesine kavuşacak…” Orta Doğu halkları, yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin kontrolünü kendi elinde tutmadıkça ve bunlar üzerinden İslam dünyasının ortak menfaatini gözetici bir irade sergilemedikçe, ekonomik, kültürel ve siyasi anlamda nasıl bir özgürlükten bahsedebileceğiz?

Bu durum bana Kosova’nın “bağımsızlık” ilan ettiği günlerde bir grup yazar, çizer, siyasetçi, sosyolog vb. meslek gruplarından kadınla siyasi ve etnik hakların teslimini konuştuğumuz zamanları anımsattı. İçlerinden bir tanesi Kosova’nın bağımsızlığını sevinç gözyaşları içerisinde seyrettiğini ifade ediyordu! Doğrusu bu ifadelere şaşırmamak elde değildi. Bağımlı bir ülkede, bir halkın ekonomik, kültürel ve siyasi anlamda sömürülmesi ardından sömürü devletinin bayrakları ile bağımsızlıklarını ilan ettiklerini açıklaması nasıl trajik bir vaka ise bugün Orta Doğu haklarının Batılı güçlerle el ele verip dikta rejimlerini devirdiklerini ifade etmeleri ve liderlerini hunharca katletmeleri de birer trajik vakadır. Kimse bizden bu süreçleri sevinç gözyaşları içerisinde karşılamamızı beklemesin ve buna destek olmamızı da…

Müslüman halklar günü birlik hesap ve özgürlük hayalleri uğruna fazlasıyla bedel ödedi ve halen ödemeye devam etmektedir. Hali hazırda füze kalkanının kendi topraklarına kurulumu yönünde siyasi irade gösteren Türkiye Hükümeti ve bunu engelleyemeyen Türkiye halkının durumu ümit verici değildir. Siyonist ve emperyalist yapıların tehditleri ile aynı yönü işaret eden açıklamalar, Filistin’in ve Suriye’nin özgürlüğünden dem vurmanın bu topraklar zaviyesinden abesle iştigal olduğunu ortaya koymaktadır.

Herkesin bir planı var, görelim savaşın ve işgalin kol sürdüğü Direniş topraklarında Allah’ın takdiri nedir?

İslam Dünyası Nereye?

8 EKIM 2011 CUMARTESI

Henry Munson Jr. “Ortadoğu’da İslam ve Devrim” isimli kitabında, İslami Devrimin niçin sadece İran’da gerçekleştiği ve neden diğer “fundamentalist” Müslümanların başarısız olduğu sorularına cevap ararken yirminci yüzyılın öncü Ortadoğu hareketlerine ve onların dini ve toplumsal kökenlerine ayna tutmaya çalışıyordu. Bu süreçte Munson, Sünni ve Şii dünyadaki gelenek, İslami algı, yorum ve hareket tarzlarını değerlendiriyor, İslam’da siyaset ile Müslüman ülkelerin siyasete bakış açısını analiz etmeye çalışarak, Mısır, Suriye, Lübnan, İran ve Suudi Arabistan’daki hareketlere dikkat çekiyordu. Munson yaptığı analizlerde iki geleneğin de İslam’ı siyasi çapta koyduğu yeri ve Devlet bazında bir İslam anlayışının “Devrim”de etkili olduğunu vurguluyordu.
Emperyalist Batı Dünyası’nın Müslüman coğrafyaya, hassaten Ortadoğu’ya saldırması Osmanlı’nın İslam Dünyası’nın siyasi temsiliyetini yitirmesiyle neticelendi. Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni düzende neredeyse bağımsız hiçbir İslam ülkesi kalmamıştı. Manda yönetimi adı altında bölgeye yerleşen Batılı ülkeler Siyonistlerin bölgede maya tutması için yoğun çaba sarf ettiler ki bu, emperyalist projenin şüphesiz en önemli hedeflerinden birisiydi. Siyonist yapının BM çatısı altında tanınması ve Türkiye dahil bazı İslam ülkelerinin bu yapı ile siyasi ilişkiyi kabullenmeleri Batı Dünyası’nın bu yolda hayli mesafe kat ettiğini ortaya koymaktadır. Böyle de olsa her dönemde, değişik temellerde yükselen bir karşı koyuştan söz etmek de mümkündür. Arapların meselesinden Filistinlilerin meselesine dönüşen ve İran İslam İnkılâbı’nın ardından Ümmetin meselesi olarak telakki edilmeye başlanan bir direniş hattıdır bu. Zaman içinde birçok problemi göğüslemek zorunda olan bir direniş öyküsü.
Emperyalist ve Siyonist odakların çıkar hesabı güttüğü bölgelerde kültürel ve siyasi anlamda kullandıkları en önemli argümanlardan birisi mezhepsel farklılıklar ve bu farklılıklara ilişkin ayrılıkçı fikirler idi. Temelde Sünni ve Şii gelenek üzerinde büyüyen İslam dünyası ibadi farklılıklar bir yana ne yazık ki siyasi bir birliktelik etrafında toplanmayı da başaramamıştı. Geçtiğimiz yıllarda Irak'ın ileri gelen Şii Ayetullahlarından olan Cevad el Halisi yaptığı bir söyleşide Şii ve Sünni dünyanın birbirini tanımadığı, birbirlerinin kaynaklarını okumadığı yönünde görüş beyan ederken; “Ehli Sünnet Peygamber Efendimizin sünnetine bağlı olan, onun yolundan gitmeye çalışanlara denir. Bir Müslüman peygamberin sünnetine uymaya, onun yolundan gitmeye karşı çıkabilir mi? Hayır çıkamaz. Kur'an'da da ifade edildiği gibi Peygamber Efendimiz bütün Müslümanlar için en güzel örnektir. Müslümanlar ancak onu kendilerine örnek alarak kurtulabilirler. Peki, Ehli Şia nedir? Peygamber Efendimizin ailesini, akrabalarını sevenlere de Şiiler deniyor. Dünyada hiçbir Müslüman var mıdır ki efendimizin Ehli Beytini, akrabalarını sevmesin. Ben şimdiye kadar böyle bir Müslüman görmedim. Şiilerle Sünniler arasındaki bazı ihtilaflı meseleleri tartışmak, bu meselelere çözüm bulmak ise âlimlerin işidir. Biz bu yönde büyük bir çaba içerisindeyiz” diyordu. İslam dünyası mezhepçi, hizipçi bakış açılarından sıyrılarak siyasi bir birlikteliği hedefleyen âlimlerinin bir kısmını ahirete uğurladı. Bir kısmı ise birlik çağrısını sürdürüyor. Ne var ki, yeryüzünü saran medya ve iletişim ağını kıramayan Müslümanlar onların bizi yirmi dört saat boyunca aralıksız kuşatan taarruzu sebebiyle ümmetin birliğine yönelik çağrıların etkisini derinden hissedemiyor. Söz gelimi, Türkiye’de ve İran’da sınırın iki tarafında yapılacak sosyolojik bir çalışma kuvvetle muhtemel benzer reflekslere/hassasiyetlere sahip Sünni ve Şii gençlerin birbirlerini yabancıladıkları ve hatta dinin sınırlarının dışında gördüklerini ortaya koyacaktır. Halbuki Cevad el Halisi’nin de belirttiği gibi her iki genç de Allah ve Resulü’ne iman etmiş, Ehli Beytine ve ashabına muhabbet besler vaziyettedir. İki gencimiz de Hz. Hüseyin’in kıyamına selam durur ve şahadetine sebep olanlara buğz eder ve lanetler haldedir. Kendi mezhebinden olmayanın imanından şüphe eden bu yaklaşım sanki genetik bir kodmuşçasına zihinlerimize/iliklerimize işlemiş haldedir. Öyle ki, her iki tarafın aydınları, entelektüelleri ve yazarları arasında da zuhur etmektedir. Hakikatin gerçek ve tek yorumuna sahip olduğumuz zannı bizi “Gerçek ve hakiki Müslüman biziz.” sanrısına sürüklemektedir. Müslüman olmanın şartları apaçık ortadayken bile bundan kurtulamamaktayız.
Genetik bir kod gibi zihinlere miras bırakılan mezhepçi bakış açılarını önleyecek kişiler, öncelikle İslam Dünyası’nın kadınlarıdır. Onların Yahudi toplumunun kadınlarından farkı İslam’ın herhangi bir etnik kimliğin dini olmadığını ve yine tabi oldukları mezhebin İslam’ın tümü değil ancak bir yorumu olduğunu anlatmaları, çocuklarını böylece yetiştirmek için çabalamaları olacaktır. Bilinç aşımı sürecini ise siyasi bir birliktelik düşüncesi tamamlamadığı sürece Müslümanlar yenilgilerden yenilgi beğenmek zorunda kalacaktır. Zira Emperyalist ve Siyonistlerin hedefi Müslüman halkların nasıl ibadet ettiği ile ilgili değil, onların siyasi, sosyal ve kültürel alana müdahale eden bir din anlayışları olması ve bunu hayata geçirme çabalarıdır. Bu çaba ise adalet iddiasında bulunarak, Müslüman beldelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla halklarının sömürülmesine karşı duracak ve İslam Dünyası’nın menfaatini gözetecek bir anlayışı ihtiva eder. İran İslam İnkılabı lideri İmam Humeyni Irak’ı işgal eden İngiliz ordusundan bir subayın sözlerini aktarır ve akabinde bunu şöyle yorumlar: “Irak’ın İngilizler tarafından işgali sırasında, İngiliz subaylarından birisi, şöyle sormuştu: Şu anda minare’de ezan okumak üzere olanın, İngiltere siyasetine zararı var mıdır? “Hayır!” cevabını verdiler. “Şu halde bırakın ne isterse söylesin!” dedi. Siz emperyalistlerin siyasetine karışmazsanız, İslam’ı da sadece her zaman söz konusu ettiğiniz kurallardan ibaret bilirseniz ve asla onları itham etmezseniz, onların da sizinle işleri olmaz… Siz istediğiniz kadar namaz kılınız. Onlar sizin petrolünüzü istiyorlar, namazınızla işleri ne? Onlar madenlerinizi isterler, ülkemizin, onların ürettikleri mallar için Pazar olmasını isterler, bu sebeple onların diktikleri hükümetler sanayileşmemize engel olurlar veya bağımlı ve montaj sanayi’i kurarlar”
Munson’un Devrim’in neden bir Şii ülkesinde gerçekleştiği yönünden yapmaya çalıştığı tespitlerde de yer aldığı gibi, şüphesiz Devrimi başaranın, İslam’ı devlet ve siyaset bazında görmek isteyen bir topluluk olduğunu teslim etmemiz gerekecektir. İslam Dünyası’ndaki mezhepçi ve hizipçi taassupların kırılması ve yine siyasi bir birlikteliğin gerçekleştirilebilmesi için iki geleneğin birbirinin tecrübe ve hatalarından ders çıkarması gerekmektedir. Bu noktada Ali Korani’nin şu görüşlerine katılmamak mümkün değildir; “Şii ulema müessesi, merci, velayeti fakih, temsilciler ve vekiller noktasında fıkhi bakış açısına uygulamaya yoğun çaba harcama ihtiyacındadır… Sünni ulema müessesesinin de iki harekete ihtiyacı vardır: Birincisi ulemaya maddi ve manevi baskının kaldırması için, hükümet müesseselerine baskı yapmaktır. İkincisi: İslam’ı hâkim kılmak için Müslüman halkları idare edecek mücadeleci ulema müessesini kurmak ve tüm güçleri bu hedef üzerine yoğunlaştırmak”
Bunları gerçekleştirmek için bekleyecek yüzyıllarımız olmadığı açık. İslam Dünyası’nın tüm aklını, aşkını, vicdanını, sabrını, gayretini harekete geçirmek için kaybedilen ömürlerin aksine kaybedecek bir günümüz bile yok.

“Yürü, Yürü Kudüs'e Doğru”

25 AĞUSTOS 2011 PERŞEMBE


Örgütlenmiş politik Siyonizm’in kurucusu, Viyana’da hukuk eğitimi almış Macaristanlı bir Yahudi olan Thedoor Herzl’in yazılarıyla Avrupa zihninde temellendirmeye çalıştığı şey Yahudi ulusuna ait bir devlet kurma ideali idi. Arap topraklarına tohumu atılan Yahudilerin İngiliz kolonisi seklinde bir araya getirilmesi süreci sadece Batılıları değil aynı zamanda Yahudileri de ikna etmeyi gerektiriyordu. Chaim Weizmann’ın Herzl’in yarım bıraktığı yerden devam edip kendisini İngiltere’ye Siyonizm’in yeni politik lideri olarak tanıttığı dönemde Birinci Dünya Savaşı da patlak veriyordu. Weizmann için, “beni Siyonist yapan adam” diyen Arthur Balfour 1917’de, Filistin henüz Osmanlı toprağı sayılırken, Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bildiriyi yayımlıyordu. Bu ise 1948’te ilan edilecek olan Siyonist devlete giden yolun köşe taşlarından birisiydi. Bu deklarasyonla birlikte Yahudi nüfusun Filistin’e göçünün sağlanmasına yönelik çalışmalara hız veriliyor, siyasi, sosyal ve kültürel alanda adı konulmamış bir savaş başlatılıyordu. Bu savaşta Yahudilerin en büyük ve kesintisiz destekçisi onlara bu yolları açan İngilizler ve akabinde bu mirası devralan Amerikalılar oluyordu. ABD Başkanı Harry S. Truman’ın Siyonist yapının kendisini bir devlet olarak ilan etmesinden on bir dakika sonra Siyonist yapıyı devlet olarak kabul ettiklerini ilan etmesi Truman’ın ABD’de oy aldığı Yahudi kitleyi kazanma çabası ile izah edilmeye çalışılsa da, bu, Amerika’ya Ortadoğu’ya müdahale imkânı verecek bir aparatın varlığına olan ihtiyaç karşısında zayıf bir mazeret teşkil ediyordu. Sınırları belli olmayan, kendisini “Eretz İsrail” olarak adlandıran bu yapının hayallerindeki ülkeyi Alan R. Taylor, Beyrut, Lübnan dâhil Fırat nehrine kadar uzanan bir alan olarak gösterir.
Siyonist yapının bu hayal uğruna gerçekleştirdiği katliamların önüne geçilememesinin bir sebebi de, bölgedeki Arapların emperyalist güçlerle olan yakınlığıydı. Hemen hepsi Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde kurulmuş olan bu devletçikler emperyalist efendilerine sıkı sıkıya bağlı haldeydiler. Direniş örgütleri çok zaman merkezi hükümetlerle de uyuşmazlık içindeydi. İran İslam İnkılâbı’nın bölgedeki denklemi alt üst eden varlığına kadar Siyonist yapı kendisine denk bir düşman göremedi. İnkılâp ile birlikte, Ortadoğu halklarının “gönül birlikteliği” şeklinde tezahür eden duruşu kökten değişikliğe uğradı ve Siyonist yapıyı, onun gücünü her açıdan sorgulanır hale getirdi. Bugün Direniş Cephesi olarak tanımlanabilecek olan İran, Suriye, Lübnan ve Filistin hattını, Filistin halkının askeri, siyasi, sosyal ve kültürel destekçileri olarak anmak şüphesiz yanılgı olmaz. Ortadoğu’da bozgunculuk çıkaran, burada ekini ve nesli fesada uğratan Siyonist yapıya karşı her alanda mücadeleyi gerekli ve hatta elzem gören Direniş hattını kırmak için emperyalistlerin safında beliren ülkelerin bir dizi öneriyi Direniş’e defalarca götürdüklerini biliyoruz. Bir konuşmasında Fadlullah bu durumu şöyle izah ediyordu; “Şimdi İsrail’in sökülüp atılmasını istemek aşırılığın en yüksel derecesi sayılmaktadır… Filistin meselesinin çözümü Amerika’nın yoluyla mı, yoksa uluslararası bir konferans yoluyla mı işleme konsun?!! Filistin meselesinin, Filistinlilerin kendi yurtlarına, Yahudilerin de göç edip geldikleri kendi yerlerine dönmesi ve İsrail’in artık bölgede pek çok yönden bir tehlike olmaktan çıkarılması ilkesinden kalkılarak çözülmesi şeklinde otaya konulabilecek bir plandan kimse söz etmiyor. ‘Yürü, yürü Kudüs’e doğru’ diyenlerin dışında hiç kimse bu plandan söz etmemektedir.” Fadlullah’ın yıllar evvel yaptığı tespit ne yazık ki ülkemiz için de geçerliydi. Direniş hattını kıracak önerileri getiren tarafların Türkiye’de toplanması bir tesadüf değildi.
Siyonist yapı kendilerine, “barış”, “anlaşma”, “ateşkes” gibi kavramlarla gelen herkese yeni bir katliamla karşılık verdi. Aracı olma hevesine kapılan ülkelerin aldığı karşılık ise Siyonistlerce aldatılmak oldu. Bundan Türkiye de nasibini aldı. “Sıfır sorun” politikasını çıkmaz bir sokağa sokan şey bütün sorunların kaynağında yatan Siyonist işgal ile birlikte yaşanabileceğini varsaymasıydı. Hâlbuki Siyonist işgalin sona ermesi diğerleri ile açık bir konuşmanın başlayabilmesi için ilk şarttı. Türkiye’nin de İslam Dünyası’nın da özgürlüğü Kudüs’ün özgürlüğünden geçmektedir. Kudüs’ün kurtuluşuna yardım edenler İslam Dünyası’nın kurtuluşuna yardım etmektedirler.
Bugün günlerden Kudüs… Dünya bugün Kudüs için bir defa daha ayaktayken aziz Kudüs şehitlerini; Şeyh Ahmet Yasinleri, İmad Muğniyeleri, Abdulaziz Rantisileri, Fethi Şikakileri, Suzan Ebu Türkileri, Abbas Musavileri Ümmü Nidalleri, Nizar Reyyanları ve adlarını zikremediğimiz binlerce şehidimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Yine bu topraklardaki Müslümanlara onurlarını iade eden Mavi Marmara şehitlerimizi; Ali Haydar, Fahri Yaldız İbrahim Bilgen, Cengiz Songür Çetin Topçuoğlu Cengiz Akyüz Necdet Yıldırım, Cevdet Kılıçlar’ı ve ciğerparemiz Furkan Doğan’ı bir defa daha rahmet ve minnetle yâd ediyoruz! Siz Kudüs’ü sevdiniz, Kudüs’te sizleri, bizler de Allah için sizleri seviyoruz…

Doğu'nun ve Batı'nın Kardeşliği

22 AĞUSTOS 2011 PAZARTESI


(Allah,) Doğunun ve batının Rabbidir. O'ndan başka ilah yoktur. Şu halde (yalnızca) O'nu vekil tut. (Müzemmil/9)
 
Geçtiğimiz günlerde, Ankara’da, Doğu-Batı Kardeşlik Platformu’nun üçüncü buluşması gerçekleşti. Doğu ve Batı bölgelerinden bir araya gelen, “Kürt Meselesi” konusunda İslami bir zeminde çözüm arayışı içerisinde olma iddiasında olan platformun kurucuları bir yıl kadar önce ilk toplantıyı Bursa’da, ikinci toplantıyı ise bundan birkaç ay sonra Diyarbakır’da gerçekleştirmişlerdi. Ankara’da yoğun bir mesai ve gündemle hazırlanan üçüncü buluşmaya Adalet ve Özgürlükler Platformu olarak biz de katıldık. Son yılların “popüler çevre”leri tarafından da rahatlıkla dile getirilen, çözüm önerileri sunulan ancak kangrene dönüşmüş bir meselede “İslami zemin” iddiası şüphesiz dikkatleri buluşmaya çeken önemli unsurlardan birisiydi. Sadece coğrafi anlamda değil, zihni anlamda da “Doğu”yu ve “Batı”yı buluşturmayı ve bununla “Kürt Meselesi”nde ortak bir akıl ve vicdan geliştirmeyi uman Doğu-Batı Kardeşlik Platform’u, sistemin hedef tahtasına oturttuğu ve birbirine yabancılaştırdığı iki kesimi temsilci düzeyinde de olsa bir araya getirmeyi başardı.

Sistemin yola gelmez, uslanmaz, iflah olmaz iki tür vatandaşı aynı karede duruyor ve omuz omuza veriyordu. Amaçları aynı topraklarda yaşadıkları ve kan bağı ile de birbirlerine karıştıkları kardeşlerinin, yani birbirlerinin yaralarına bir nebze olsun merhem olmaktı. Sekretarya adına söz alanlardan Ahmet Ay “27 Yıl bekledik, ne zaman geleceksiniz diye, Müslüman Batılı kardeşlerimiz 27 yıl sonra bizim derdimizi konuşmaya başladı.” derken, sitemlerini bildiriyordu. Batılı Müslümanlar ise, devletin Kürt bölgelerine yönelik politikalarından rahatsız olduklarını, bunda sorumluluk sahibi olduklarını dile getirmekle birlikte sorunun kaynağının ve muhatabının Devlet olduğunu işaret ediyorlardı. Her iki kesimin de eteklerindeki taşları döktüğü buluşmada “Vasat ümmet olma” iddiasındakilerin adaletin tesisi ve hakların teslimi noktasında ellerini taşın altına koyma iradesi görülüyordu. Geç de olsa iki Müslüman zihni buluşturan Doğu-Batı Kardeşlik Platformu’nun davetli listesinde her iki bölgenin siyasileri, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, yazarlar, akademisyenler, akil adamlar, fikir ve yorumlarıyla yıllarca bu topraklardaki insanları aydınlatan üstatlar bulunuyordu. 

Davetliler arasında kadınların azlığı ise göz batacak derecedeydi. Toplantı hazırlıkları sürerken hanımların sayılarının azlığından şikâyet eden ve davet konusunda titizlik gösterilmesi gerektiğini belirten bir arkadaşımızın hassasiyetini buluşmaya katılınca daha iyi anlamış olduk. Şüphesiz Müslüman kadınların sosyal, kültürel ve siyasi alandaki azlığının sebebi rejimin onları hayatın dışına atma çabası ile birlikte Müslüman erkeklerin kadınların bu alanlarda bulunmasının meşruiyetini tartışmaya açacak söylemleridir. Müslüman kadının fikir ve perspektifi ile katılım göstermediği ya da göstermesine olanak sağlanmadığı çözüm yolları hiç kuşkusuz eksik kalacaktır.

Yapılan sunum ve tebliğlerin hemen hepsinde katılımcılar “Gelin İslam potası altında sorunu yok edip, görmezden gelelim” değil, “Gelin adaletin tesisi için İslami bir perspektiften çözüm bulalım” şeklinde beyanda bulundular. Ne var ki dindar Kürt’ü ve Türk’ü karşı karşıya getirmiş olan sistem dindar Kürtlerin ve Türklerin kendi aralarına da nifak tohumları serpip, fitneye yol açmayı başarmış haldedir. Buna rağmen Doğu- Batı Kardeşlik Buluşması aralarına nifak tohumu serpilmiş kitleleri de bir araya getirdi. Devletin dindar Kürtleri de bir birine düşürerek din adına dindar insanların öldürülmesine giden süreci tetiklediği o günlerin yaraları geçmemiş olsa da kabuk bağlamaya başladığını görmek de sevindiriciydi. Doğu Batı Kardeşlik Platform’unun kulislerinde birbirileriyle mesafeli durmaya çalışan insanların da birbirlerini dinlemeye ve anlamaya çalışması toplantının başarıları arasında sayılmalıdır. Dindar Türklerin ve Kürtlerin bu grupların devletin şer odaklarından arındığına inanmak istemeleri ve bu yönde somut adımlar atıldığını görmeyi bekledikleri gerçeği umulur ki görmezden gelinmez. Bir diğer başarı ise, yeni bir irade ortaya koymasına ve dilini henüz olgunlaştıramamasına rağmen katılımcıların “İslami Çözüm”ün mümkünlüğünü halka anlatma konusundaki kararlılıklarını ortaya koymuş olmalarıdır. Bu kararlılığı hayata geçirme noktasında başta Platformun sekretaryası olmak üzere temsilcilerin omuzlarında büyük bir yük durmaktadır. Kendilerini ve gayretlerini içinden geldikleri ya da ait oldukları grup, hizip yahut cemaate anlatmalı ve meselenin çözümüne dair daha güçlü bir seda çıkması için çaba sarf etmelidirler.

8 Temmuzda başlayıp 10 Temmuzda son bulan buluşmada kültürel ve sosyal hakların teslimi noktasında alınan kararlar arasında; anadilde eğitim, zorunlu göçle yüzleşme, faili meçhullerin aydınlatılması, köy isimlerinin iadesi, doğusu ve batısı ile ülkenin her bölgesinde etnik vurgu içeren cümlelerin ve andımız metinlerinin kaldırılması, yeni oluşturulacak olan Anayasa’da etnik kimlik vurgusuna yer verilmemesi, bölgeye yönelik sosyal ve ekonomik yatırımlar artırılarak bölgeler arasındaki dengesizliğin azaltılması, devletin din üzerindeki hegemonyasına son verilmesi,Şeyh Said, Said-i Nursi ve Seyyid Rıza’nın mezar yerlerinin açıklanması, İstiklal Mahkemeleri ile ilgili devlet arşivlerinin açılması ve toplumsal barışın kalıcılığının sağlanması için bütün silahların susturularak kapsamlı siyasi bir af çıkarılması konuşulan, paylaşılan, tartışılan görüşlerden / önerilerden bazılarıydı. Doğu-Batı Kardeşlik Buluşması eski Meclis önünde aldığı kararları kamuoyu ile paylaştıktan sonra 7 bölgede daha seri toplantılar yapmayı hedefleyerek dağıldı.

Doğusu ve Batısı ile on binlerce aileye ateş düşüren bu kirli savaşın son bulması ve hakların teslimi için Müslüman akıl ve vicdana seslenilirken şüphesiz ivedilikle yapılması gereken şey akan kanın durmasıdır. Bu toprakların insanları komşusunun acısına sevinmedi, hiçbir zaman sevinmez de! Yine bu toprakların anneleri, kardeşleri, eşleri Kürtçe ve Türkçe ağıtlarının ardından acılarını bağırlarına gömebilir. Yeter ki, gidenlerin ardından yenileri gitmesin, yeter ki silahlar susturulsun! Doğunun ve Batının kardeşliği birbirlerinin yaralarını sarıp, çocuklarının acılarını paylaşacak güçtedir. Yeter ki güç ve silah sahipleri bu savaşa son versin!

Güç ve silah sahipleri buna son vermek istemezlerse bilsinler ki, bize yalnızca Allah vekildir!

İslamcı Aydınlar Neden Susuyor?

26 HAZIRAN 2011 PAZAR




Emperyalist saldırının Gelibolu`yu kana boğduğu, maşalarının Anadolu topraklarını işgal ve ilhak için gözü kara bir şekilde atıldığı bir dönemde, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Müslümanların yekvücut olup emperyalizme karşı durduklarını, farklı kavimler, benzer isimler ve müşterek bir akideyle bir tabloda yer aldıklarını görürüz.
O dönemi hafızalarımızda canlı tutan, siyasilerin de çokça zikrettiği bir fotoğraf şahitliğimizi sürekli kılması açısından önemlidir; Büyük Millet Meclisi’nin açılışını ölümsüzleştiren an… Bu fotoğraf Mustafa Kemal’in de aralarında olduğu, etnik ve az da olsa dini farklılıkları göze çarpan insanların anısını saklıyordu. Meclis’in rotasının henüz “ulus” yaratma fikrine çevrilmediği günleri... İşte bu sebeple fotoğraf halkın renk ve inancını karenin dışında bırakmıyordu.
Zaferden sonra, Millet Meclisi’nin “ulus”u yaratmak üzere yola koyulduğu ve devletin var olan temelinin İslam’dan -İslam Milleti’nden- ulusa kaydırıldığı dönemin başlamasıyla birlikte yönetim şeklinde “Cumhur” ifadesi geçse de, mevcut tüm kimlik ve unsurların varlığı yüzlerce yıllık anlamından saptırılmış bir üst kimliğin varlığına armağan ediliyordu. Yeni dönemin anlayışında devletin bekası bu üst kimliğin hayatta kalması, savaşması ve zaferden zafere koşması ile mümkündü. Bu anlayış, Çanakkale’de ve Sarıkamış’ta koyun koyuna yatan, farklı kavimlerden olsalar da bir amaç uğruna can veren, bir toprağı korumaktan öte o toprağı vatan kılan değerleri yücelten fikriyatı reddediyor ve hatta onunla mücadele edilmesini savunuyordu. Bu sebeple, dinini ve izzetini korumak için beraberce ölen bu insanların geride bıraktıklarına kendi inanç ve düşüncelerini, dinlerini ve dillerini bir kenara koyarak tek bir kavmin varlığına ve hâkimiyetine boyun eğmeleri gerektiği söyleniyordu. Gerekçe belliydi; ulus devlet bu asrın gerçeğiydi, kaçınılmazdı, gerekli ve hatta elzemdi!

ÜLKENİN DOĞUSU VE BATISI

Koşullanmış iktidarın yönetim biçimi, dini, dili, ırkı, etnik kimliği ancak “Cumhuriyet”, “İnkılâp”, “Laiklik” ve “Türklük” ibarelerini üzerlerinde taşıyanlara yeşil ışık yakıyordu. Anadolu halkı ya rejim içerisinde eriyecekti ya da rejimin uslanmaz, terbiye olmaz, yola gelmez vatandaşları olarak hedef tahtasına konulacaktı. Yakın tarih, laikleşemeyenler ve Türkleşemeyenler olarak iki kesimi hasım almıştı. Rejim, isminden uzak bir şekilde, laikleşemeyen İslamcılar ve Türkleşemeyen Kürtleri iki özel düşman olarak tanımlıyordu. Gelmiş geçmiş hemen bütün Genelkurmay Başkanlarının devir teslim törenlerinde bu iki unsur üzerinde durmadan geçemediklerini, hatta onlarla mücadeleye devam etmenin rejimin bekası için zorunlu olduğunu belirttiklerini görmemek mümkün değildir. Buradan, bu iki kesimin arasında kuvvetli bir iletişim olması sonucuna ulaşılabilir, ancak hakikat böyle de değildir.

Rejimin hedefe koyduğu bu iki kesimin iletişimi zayıftır. Benzer acıları çektiklerini dahi çok zaman bilmezler. Laikleşemeyen Müslümanların ekseriyeti Diyarbakır cezaevinde yaşananlardan habersizken, Türkleşemeyen Kürtler de Diyarbakır cezaevinde yaşananların sadece oraya has olmadığının farkında değildirler. Hâlbuki rejim bu sahneleri ülkenin batısında da sayısız kez yaşatmıştır. Yumruğun sıkıldığı ve gevşetildiği dönemler arasında Müslümanların laikleşmeseler de arı düşünceden, Müslüman zihinden uzaklaştıkları açığa çıkmış ve bu da rejimin Müslümanlar üzerinden ilerlemesine imkân vermiştir. Siyasal irade ve temsil kabiliyetinden yoksun Müslüman kesim adına konuşanlar “Türk-İslam Sentezi”ni vurgulamakla iktifa etmişlerdir.

Dindar Kürt ve Türk’ün omuz omuza olduğu dönemler geride kalmış ve dindarlığın görüntüleri gibi algılanışı da değişmiştir. Kürt bölgelerinde hayatiyetini sürdüren medrese geleneğinin de etkisiyle Kürt halkı dindarlığın görünümü açısından Batı bölgelerinin önüne geçmiş, ancak Müslümanları temsil noktasına ulaşamamıştır. Yine Kürtlerin Marksist ideolojiye dayalı bir örgütün temsil hakkını doğrudan veya dolaylı olarak tanımaya razı olmaları, rejimin bu gerekçeye dayanarak, zaten “Türk-İslam” temelinde konuşmaya meyyal Batılı dindar kesimi arkasına almasını kolaylaştırmıştır. Kürtlerin bir ideolojik tercih olarak Marksizm’i kabul etmemiş olmaları bu durumu değiştirmemiştir. Aynı rejim tarafından ezilen bu iki kitlenin ortak bir mücadele için bir araya gelememesindeki kusuru paylaştırmak istesek bunda Batılı Müslümanların daha fazla sorumluluğa sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tüm bunlara rağmen halkımızı gerçek bir iç çatışmadan uzak tutan esas unsurun dinin bütünleştirici kudreti olduğunu teslim etmeliyiz. Yine bin yıllık beraberliğin getirdiği akrabalık ilişkileri de ikinci derecede önemli bir unsurdur.

12 HAZİRAN’DAN SONRA…

12 Haziran 2011 seçimlerinde BDP desteği ile Meclis’e giren bağımsız adayların sayısının 36’ya yükselmesi ve halkın dokuz yıllık iktidar süresinin ardından iktidar partisine yeniden görev vermesi etnik ve dini kavramlar temelinde yükselen meselelerin halen canlılığını koruduğunu ortaya koydu. Ne var ki “Dini değil, dindarları” siyasete sokan iktidar partisi sorunları geçici müdahalelerle ertelemede ısrarcı davranıyor. Kürtçenin kullanımı önündeki bir takım engeller kaldırılmakla birlikte, ana dilde eğitim, zorunlu göç, siyasi temsil hakkı gibi meselelerle henüz yüzleşilmiş değildir. Milyar dolarlarla ifade edilen bir bütçe halen güvenlik temelli yaklaşımlar için seferber edilmekte, sosyal ve siyasal alandaki açılımların ihtiyaç duyduğu kaynaklar hesapsız bir şekilde güvenlik alanına kaydırılmaktadır. Ulus devlet hantallaşırken laikliğin teminatı olarak kendi adresini gösteren iktidar partisi seçim döneminde yine dindar ve Kürt kardeşini sıvazlıyor. Diğer tarafta, “başörtüsü meselesi”nin Meclis oylamasına sunulduğu günlerde Aysel Tuğluk Radikal 2’ye yaptığı açıklamada “Kemalistler, Laikler şeriatçılara karşı birleşin” dese de, dindar Kürtler tarafından reddedilen bu söylemin ardından BDP “İslamlıksa, onu da biz getiririz” çizgisine yaklaşıyordu. Kürtlerin siyasi ve sosyal taleplerini kavmi temelli bir anlayışla dile getirenler, yıllarca bu konumu sağlamlaştırma gayretinde olanlar, bunun sözcülüğünü yapanlar, artık dindar Kürtlere de kendi içlerinde siyaset yapma imkânı sağlıyorlardı.

Kendisini siyasi bir merkeze oturtamayan Batılı Müslümanlar “Kürt Meselesi”ni okurken sınıfta kalmışlardı. Müslüman Kürt ise siyasete ağzını açtığında susturulmaktaydı. Gelinen noktada, halkımız Laikleşemeyen dindarlara ve Türkleşemeyen Kürtlere başörtüsü ve Kürt meselelerinin çözümü için el ele verin ve bir daha deneyin demiş oldu. Kürtlerin ve Türklerin dindarlığı -farklı görünümlerde ve yoğunlukta olsa da- rejimin kâbusu olmaya devam etse de halk rejimin bu saplantısına da, “buraya kadar” deme eğilimindedir. Alev Alatlı meseleye bir Kürt aydınının gözünden bakmayı deneyip “Ben bir Kürt aydını olsaydım” demiş olsa da, biz, “Ben bir İslamcı aydın olaydım” diyerek vahyin kılavuzluğunda ilerleyen bir aklın bulacağı neticelere odaklanmayı tercih ederiz ve sorarız: “Neredesin ey Müslüman kalp, neredesin ey Müslüman zihin?”