25 Şubat 2014 Salı

İslamcı Aydınlar Neden Susuyor?

26 HAZIRAN 2011 PAZAR




Emperyalist saldırının Gelibolu`yu kana boğduğu, maşalarının Anadolu topraklarını işgal ve ilhak için gözü kara bir şekilde atıldığı bir dönemde, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Müslümanların yekvücut olup emperyalizme karşı durduklarını, farklı kavimler, benzer isimler ve müşterek bir akideyle bir tabloda yer aldıklarını görürüz.
O dönemi hafızalarımızda canlı tutan, siyasilerin de çokça zikrettiği bir fotoğraf şahitliğimizi sürekli kılması açısından önemlidir; Büyük Millet Meclisi’nin açılışını ölümsüzleştiren an… Bu fotoğraf Mustafa Kemal’in de aralarında olduğu, etnik ve az da olsa dini farklılıkları göze çarpan insanların anısını saklıyordu. Meclis’in rotasının henüz “ulus” yaratma fikrine çevrilmediği günleri... İşte bu sebeple fotoğraf halkın renk ve inancını karenin dışında bırakmıyordu.
Zaferden sonra, Millet Meclisi’nin “ulus”u yaratmak üzere yola koyulduğu ve devletin var olan temelinin İslam’dan -İslam Milleti’nden- ulusa kaydırıldığı dönemin başlamasıyla birlikte yönetim şeklinde “Cumhur” ifadesi geçse de, mevcut tüm kimlik ve unsurların varlığı yüzlerce yıllık anlamından saptırılmış bir üst kimliğin varlığına armağan ediliyordu. Yeni dönemin anlayışında devletin bekası bu üst kimliğin hayatta kalması, savaşması ve zaferden zafere koşması ile mümkündü. Bu anlayış, Çanakkale’de ve Sarıkamış’ta koyun koyuna yatan, farklı kavimlerden olsalar da bir amaç uğruna can veren, bir toprağı korumaktan öte o toprağı vatan kılan değerleri yücelten fikriyatı reddediyor ve hatta onunla mücadele edilmesini savunuyordu. Bu sebeple, dinini ve izzetini korumak için beraberce ölen bu insanların geride bıraktıklarına kendi inanç ve düşüncelerini, dinlerini ve dillerini bir kenara koyarak tek bir kavmin varlığına ve hâkimiyetine boyun eğmeleri gerektiği söyleniyordu. Gerekçe belliydi; ulus devlet bu asrın gerçeğiydi, kaçınılmazdı, gerekli ve hatta elzemdi!

ÜLKENİN DOĞUSU VE BATISI

Koşullanmış iktidarın yönetim biçimi, dini, dili, ırkı, etnik kimliği ancak “Cumhuriyet”, “İnkılâp”, “Laiklik” ve “Türklük” ibarelerini üzerlerinde taşıyanlara yeşil ışık yakıyordu. Anadolu halkı ya rejim içerisinde eriyecekti ya da rejimin uslanmaz, terbiye olmaz, yola gelmez vatandaşları olarak hedef tahtasına konulacaktı. Yakın tarih, laikleşemeyenler ve Türkleşemeyenler olarak iki kesimi hasım almıştı. Rejim, isminden uzak bir şekilde, laikleşemeyen İslamcılar ve Türkleşemeyen Kürtleri iki özel düşman olarak tanımlıyordu. Gelmiş geçmiş hemen bütün Genelkurmay Başkanlarının devir teslim törenlerinde bu iki unsur üzerinde durmadan geçemediklerini, hatta onlarla mücadeleye devam etmenin rejimin bekası için zorunlu olduğunu belirttiklerini görmemek mümkün değildir. Buradan, bu iki kesimin arasında kuvvetli bir iletişim olması sonucuna ulaşılabilir, ancak hakikat böyle de değildir.

Rejimin hedefe koyduğu bu iki kesimin iletişimi zayıftır. Benzer acıları çektiklerini dahi çok zaman bilmezler. Laikleşemeyen Müslümanların ekseriyeti Diyarbakır cezaevinde yaşananlardan habersizken, Türkleşemeyen Kürtler de Diyarbakır cezaevinde yaşananların sadece oraya has olmadığının farkında değildirler. Hâlbuki rejim bu sahneleri ülkenin batısında da sayısız kez yaşatmıştır. Yumruğun sıkıldığı ve gevşetildiği dönemler arasında Müslümanların laikleşmeseler de arı düşünceden, Müslüman zihinden uzaklaştıkları açığa çıkmış ve bu da rejimin Müslümanlar üzerinden ilerlemesine imkân vermiştir. Siyasal irade ve temsil kabiliyetinden yoksun Müslüman kesim adına konuşanlar “Türk-İslam Sentezi”ni vurgulamakla iktifa etmişlerdir.

Dindar Kürt ve Türk’ün omuz omuza olduğu dönemler geride kalmış ve dindarlığın görüntüleri gibi algılanışı da değişmiştir. Kürt bölgelerinde hayatiyetini sürdüren medrese geleneğinin de etkisiyle Kürt halkı dindarlığın görünümü açısından Batı bölgelerinin önüne geçmiş, ancak Müslümanları temsil noktasına ulaşamamıştır. Yine Kürtlerin Marksist ideolojiye dayalı bir örgütün temsil hakkını doğrudan veya dolaylı olarak tanımaya razı olmaları, rejimin bu gerekçeye dayanarak, zaten “Türk-İslam” temelinde konuşmaya meyyal Batılı dindar kesimi arkasına almasını kolaylaştırmıştır. Kürtlerin bir ideolojik tercih olarak Marksizm’i kabul etmemiş olmaları bu durumu değiştirmemiştir. Aynı rejim tarafından ezilen bu iki kitlenin ortak bir mücadele için bir araya gelememesindeki kusuru paylaştırmak istesek bunda Batılı Müslümanların daha fazla sorumluluğa sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tüm bunlara rağmen halkımızı gerçek bir iç çatışmadan uzak tutan esas unsurun dinin bütünleştirici kudreti olduğunu teslim etmeliyiz. Yine bin yıllık beraberliğin getirdiği akrabalık ilişkileri de ikinci derecede önemli bir unsurdur.

12 HAZİRAN’DAN SONRA…

12 Haziran 2011 seçimlerinde BDP desteği ile Meclis’e giren bağımsız adayların sayısının 36’ya yükselmesi ve halkın dokuz yıllık iktidar süresinin ardından iktidar partisine yeniden görev vermesi etnik ve dini kavramlar temelinde yükselen meselelerin halen canlılığını koruduğunu ortaya koydu. Ne var ki “Dini değil, dindarları” siyasete sokan iktidar partisi sorunları geçici müdahalelerle ertelemede ısrarcı davranıyor. Kürtçenin kullanımı önündeki bir takım engeller kaldırılmakla birlikte, ana dilde eğitim, zorunlu göç, siyasi temsil hakkı gibi meselelerle henüz yüzleşilmiş değildir. Milyar dolarlarla ifade edilen bir bütçe halen güvenlik temelli yaklaşımlar için seferber edilmekte, sosyal ve siyasal alandaki açılımların ihtiyaç duyduğu kaynaklar hesapsız bir şekilde güvenlik alanına kaydırılmaktadır. Ulus devlet hantallaşırken laikliğin teminatı olarak kendi adresini gösteren iktidar partisi seçim döneminde yine dindar ve Kürt kardeşini sıvazlıyor. Diğer tarafta, “başörtüsü meselesi”nin Meclis oylamasına sunulduğu günlerde Aysel Tuğluk Radikal 2’ye yaptığı açıklamada “Kemalistler, Laikler şeriatçılara karşı birleşin” dese de, dindar Kürtler tarafından reddedilen bu söylemin ardından BDP “İslamlıksa, onu da biz getiririz” çizgisine yaklaşıyordu. Kürtlerin siyasi ve sosyal taleplerini kavmi temelli bir anlayışla dile getirenler, yıllarca bu konumu sağlamlaştırma gayretinde olanlar, bunun sözcülüğünü yapanlar, artık dindar Kürtlere de kendi içlerinde siyaset yapma imkânı sağlıyorlardı.

Kendisini siyasi bir merkeze oturtamayan Batılı Müslümanlar “Kürt Meselesi”ni okurken sınıfta kalmışlardı. Müslüman Kürt ise siyasete ağzını açtığında susturulmaktaydı. Gelinen noktada, halkımız Laikleşemeyen dindarlara ve Türkleşemeyen Kürtlere başörtüsü ve Kürt meselelerinin çözümü için el ele verin ve bir daha deneyin demiş oldu. Kürtlerin ve Türklerin dindarlığı -farklı görünümlerde ve yoğunlukta olsa da- rejimin kâbusu olmaya devam etse de halk rejimin bu saplantısına da, “buraya kadar” deme eğilimindedir. Alev Alatlı meseleye bir Kürt aydınının gözünden bakmayı deneyip “Ben bir Kürt aydını olsaydım” demiş olsa da, biz, “Ben bir İslamcı aydın olaydım” diyerek vahyin kılavuzluğunda ilerleyen bir aklın bulacağı neticelere odaklanmayı tercih ederiz ve sorarız: “Neredesin ey Müslüman kalp, neredesin ey Müslüman zihin?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder